Öksüz Yayınları
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Ergenlerde risk alma davranışları: akran ve aile ilişkileri ile problem çözme becerisi(2020) Şeker, Elif; Irmak, TürkanRisk alma davranışlarının ergenlerin yaşamında pek çok olumsuz etkilerinin olduğu bilinmektedir. Risk alma davranışları nedeniyle sorun yaşayan ergenlere yardım edebilmek için öncelikle bu tür davranışları yordayan değişkenlerin belirlenmesi gerekmektedir. Bu çalışmada ergenin risk alma davranışlarına katılımının yordayıcıları olarak; akran grubunun risk alma davranışlarına katılımı, akranlar ve ebeveynler ile kurulan ilişkilerin kalitesi ve ergenin kişilerarası problem çözme becerisi Problem Davranış Kuramı’nda tanımlanan sistemler temel alınarak incelenmektedir. Çalışmanın örneklemini yaşları 15 ile 18 arasında değişen 483'ü kadın, 584'ü erkek toplam 1067 lise öğrencisi oluşturmaktadır. Katılımcılardan Demografik Bilgi Formu, Risk Alma Ölçeği, Ergen Aile Süreci Ölçeği, Akran İlişkileri Ölçeği, Sapkın Arkadaşlar Ölçeği ve Kişilerarası Problem Çözme Envanteri aracılığı ile bilgi toplanmıştır. Yapılan hiyerarşik regresyon analizinde erkek, geliri yüksek ailelerde yetişen, yapıcı problem çözme becerileri düşük, annesiyle yüksek düzeyde çatışma yaşayan, arkadaşları annesi tarafından yüksek düzeyde kabul edilen, arkadaş ilişkilerinde sadakat ve bağlılığı yüksek, güven-özdeşimi düşük olan, risk alma davranışı gösteren arkadaşlara sahip olan ve ailesinde alkol kullanan kişi sayısı yüksek olan ergenlerin daha çok risk aldığı görülmüştür. Risk alma davranışlarının en güçlü yordayıcısının Algılanan Çevre Sistemindeki yakın yapının olduğu, bunu Algılanan Çevre Sistemindeki uzak yapının izlediği, Sosyal Çevre Sisteminin yordama gücü bakımından üçüncü sırada geldiği ve son olarak Kişilik Sisteminin risk alma davranışları üzerinde açıklanan varyansa en düşük katkıyı sağlayan sistem olduğu tespit edilmiştir. Elde edilen bulgular, literatür doğrultusunda tartışılmıştır.Öğe The effect of right conventional radial artery access site and left distal radial artery access site on quality of life in coronary angiography: Which route is more appropriate?(2022) Duygu, Hamza; Şenöz, Oktay; Kış, MehmetObjectives: There are not many studies comparing the right conventional and left distal radial (anatomical snuffbox) access in coronary angiography (CAG) or percutaneous coronary intervention (PCI) in terms of patient satisfaction and complications; therefore, in this study, we planned to compare these two approaches and determine the ideal radial access site for the patients. Patients and methods: A total of 120 patients (80 males, 40 females; mean age: 59.2±11.7 years; range, 18 to 90 years) who underwent CAG or PCI via the radial artery between February 2022 and April 2022 were included in the prospective observational study. The patients were divided into right conventional radial artery access (Group 1; n=68) and left distal radial artery (access (Group 2; n=52) groups. Results: The rate of minor bleeding was higher in the right conventional access group compared to the left distal access group (16.2% vs. 3.8%; p=0.031). Major bleeding, hand ischemia, and radial artery occlusion were not observed in the study population. The rate of patients who had pain that disrupts daily activities was statistically higher in Group 1 than in Group 2 (17.6% vs. 5.8%). The patients in Group 2 were more satisfied with the transradial CAG/PCI compared to Group 1 (94.3% vs. 66.2%; p=0.001). Conclusion: Left distal radial artery access from the anatomic snuffbox was a safer method than right conventional radial artery access for CAG or PCI. Patients were more satisfied with the left distal radial access than the right conventional radial access.Öğe The relationship between good collateral development and magnesium/phosphate ratios in chronic total occlusion(2022) Kış, Mehmet; Şenöz, Oktay; Güzel, TuncayObjective: Coronary collateral formation can be triggered by many acquired factors such as ischemia and growth factors, which ultimately manifests as differences in the quality of the coronary collateral circulation (CCC) in patients. Low magnesium (Mg) levels can increase endothelial cell dysfunction and potentially increase the risk of thrombosis and atherosclerosis. However, it has been reported that high serum phosphate (P) levels are correlated with the development of atherosclerosis and mortality. In this article, we aimed to reveal the relationship between CCC quality and Mg/P ratio in chronic total occlusion (CTO). Methods: A total of 269 patients with detected CTO in coronary angiography between March 2014 and June 2018 were included in the study. The patients were divided into two groups as group I (127 patients) and group II (142 patients) according to the Rentrop classification. The study is a retrospective, observational study. Results: In the multivariable regression analysis; smoking (p=0.004), triglyceride (p<0.001) and Mg/P ratio (p<0.001) parameters were independent predictors affecting CCC in CTO. Mg/P value was statistically lower in the group I (0.49±0.17) than group II (0.62±0.12) (p<0.001). The ideal Mg/P cut-off value was 0.56 that calculated by the Youden index had 69% sensitivity, and 64% specificity for collateral development of CTO. Conclusion: Mg/P is a parameter that affects coronary collateral development. High Mg/P ratio level is associated with good collateral development in patients who had CTO.Öğe Üniversite öğrencilerinin kilo yönetiminde algıladığı engeller(2022) Akcan, Arzu; Güler, Salih; Türkdoğan, MünevverBu çalışmanın amacı üniversite öğrencilerinde kilo yönetiminde algılanan engellerin belirlenmesidir. Bu araştırma tanımlayıcı tipte olup, bir devlet üniversitesine kayıtlı 258 öğrenci ile 2015-2016 eğitim ve öğretim yılında yapılmıştır. Veriler araştırmacılar tarafından geliştirilen soru formu aracılığı ile toplanmıştır. Öğrencilerin %5.8’inin obez olduğu, %36.8’inin günlük öğün sayısının üç olduğu, sadece %5.4’ünün öğün atlamadığı, %50.0’ının yeterli egzersiz yapmadığı saptanmıştır. Sağlıklı beslenmeye engel olan kişisel, çevresel ve sosyal faktörlere en sık verilen yanıtların “zaman bulamamak”, “dışarıda sağlıksız gıdaların satılması”, “bilgi alınabilecek/danışılabilecek kişilerin olmaması” şeklinde olduğu belirlenmiştir. Fiziksel aktiviteye engel olan kişisel, çevresel ve sosyal faktörlere en sık verilen yanıtların ise “yorgun olduğumdan dinlenmeyi tercih ediyorum”, “spor salonlarına kayıt ücreti pahalı”, “yakın arkadaşlarımdan destek görmüyorum” şeklinde olduğu saptanmıştır. Öğrencilerin cinsiyeti ile sağlıklı beslenme ve fiziksel aktivite davranışlarına yönelik engellerin karşılaştırılmasında bazı farklılıklar olsa da her iki cinsiyette de bu engeller bulunmaktadır. Sonuç olarak öğrencilere, sağlıklı beslenme, fiziksel aktivite, zaman yönetimi konularında bilgi verilmesi; sağlıklı beslenme ve fiziksel aktivite davranışlarının gelişmesi için üniversitenin destekleyici olması önerilmektedir.Öğe Girişimcilik ve yenilikçilik faaliyetleri odağında Türkiye’deki üniversitelerin etkinlik analizi(2020) Kocakoç, İpek Deveci; Birecikli, Şenay Üçdoğruk; Karagöz, Özge SaygınGünümüzde bilgi transferinin temel ve en önemli lokomotiflerinden biri olan yükseköğretim kurumlarında verimlilik, etkinlik ve etkililik konuları yenilikçi stratejilerin kurgulanmasında politika yapıcılar ve yükseköğretim profesyonelleri için büyük önem arz etmektedir. Çalışmanın konusu üniversitelerin üçüncü rollerinden biri olarak değerlendirilen girişimcilik ve yenilikçilik faaliyetleri odağında üniversitelerin etkinliklerinin ölçülmesi üzerinedir. Çalışmanın amacı 2011–2016 yıllarına ait veriye dayanarak, TÜBİTAK tarafından yayınlanan "Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi (GYUE)"nde 2012–2017 yılları arasında ilk 50'ye giren üniversitelerin üçüncü rolü (misyonu) olarak değerlendirilen girişimcilik ve yenilikçilik faaliyetleri odağında etkinliklerinin Veri Zarflama Analizi ile ölçülmesi ve etkinlik değerlerinin zaman içindeki değişiminin Malmquist Toplam Faktör Verimliliği Endeksi kullanılarak belirlenmesidir. Elde edilen sonuçlara göre çalışma kapsamına alınan Türkiye’deki 35 üniversitenin kaynaklarını etkin kullanmadığı, dönemsel olarak sistematik bir iyileşmenin sağlanmadığı gözlenmiştir. Çalışma, panel veri ile çalışılması ve üniversitelerin girişimcilik ve yenilik faaliyetleri kapsamında etkinliğinin ölçülmesi bakımından özgün değere sahiptir.Öğe Neuromodulation therapy in chronic pain and clinical outcomes: a single-center experience(Anestezi Dergisi, 2022) Güner Derya; Horsanalı Burcu Özalp; Yeniay Oğuzhan; Eyigör CanObjective: Neuromodulation therapies are successful treatment options for pain raised from a variety of etiologies. Careful patient selection and multidisciplinary evaluation are essential to achieve the best outcome. We aimed to discuss the common indications of neuromodulation therapies, efficacy, and clinical outcomes of patient follow-up to 3 and 6 months. Methods: Twentytree patients completed the 6-month follow-up: four underwent cervical spinal cord stimulation (SCS), sixteen had thoracic SCS, and three had sacral neuromodulation (SNS). Outcome measures were pain (visual analog scale[VAS]), quality of life (36-Item Short Form Survey [SF-36]), Oswestry Disability Index [ODI]), and the Leeds Assessment of Neuropathic Symptoms and Signs (LANSS) neuropathic pain scale questionnaire. The overactive bladder assessment form and the pelvic pain impact questionnaire were performed on patients who would undergo SNS. Results: A significant difference was shown in regards to the scores of the VAS, SF-36 parameters, ODI, and LANSS between admission and the third and sixth-month follow-ups (p<0.001). Visual Analog Scale, ODI, and LANSS sixth-month scores were also lower than the third-month scores (p=0.001). There were no significant differences between the groups in terms of sex. Conclusion: Neuromodulation therapies provide short and long-Term pain relief and quality-of-life improvements in patients with refractory chronic pain syndromes. © 2022 Anestezi Dergisi. All rights reserved.Öğe Effects of diclofenac sodium on seizure activity in rats with pentylenetetrazole-induced convulsions(Springer, 2022) Erdoğan Arife; Erdoğan Mümin Alper; Gürgül Serkan; Erbaş OytunEpilepsy is a disease which affects between 1 and 2% of the population, and a large proportion of these people do not react to currently available anticonvulsant medications, indicating the need for further research into novel pharmacological therapies. Numerous studies have demonstrated that oxidative stress and inflammation occur during epilepsy and may contribute to its development and progression, indicating higher levels of oxidative and inflammatory parameters in experimental models and clinical patients. This research aimed to assess the impact of diclofenac sodium, a nonsteroidal anti-inflammatory medicine, on seizure and levels of oxidative stress and inflammatory biomarkers in a rat model of epilepsy triggered by pentylenetetrazole (PTZ). 60 rats were randomly allocated to one of two groups: electroencephalography (EEG) recordings or behavioral evaluation. Rats received diclofenac sodium at three various doses (25, 50, and 75 mg/kg) intraperitoneally (IP) or a placebo, followed by intraperitoneal (IP) pentylenetetrazole, a powerful seizure-inducing medication. To investigate if diclofenac sodium had antiseizure properties, seizure activity in rats was evaluated using EEG recordings, the Racine convulsion scale (RCS) behaviour score, the duration of the first myoclonic jerk (FMJ), and the levels of MDA, TNF-?, and SOD. The average percentage of EEG spike waves decreased from 76.8% (placebo) to 64.1% (25 mg/kg diclofenac), 55.9% (50 mg/kg diclofenac), and 37.8% (75 mg/kg diclofenac). FMJ had increased from a mean of 58.8 s (placebo), to 93.6 s (25 mg/kg diclofenac), 185.8 s (50 mg/kg diclofenac) and 231.7 s (75 mg/kg diclofenac). RCS scores decreased from a mean score of 5.6 (placebo), to 3.75 (25 mg/kg diclofenac), 2.8 (50 mg/kg diclofenac) and 1.75 (75 mg/kg diclofenac). MDA levels reduced from 14.2 ng/gr (placebo) to 9.6 ng/gr (25 mg/kg diclofenac), 8.4 ng/gr (50 mg/kg diclofenac) and 5.1 ng/gr (75 mg/kg diclofenac). Likely, TNF-? levels decreased from 67.9 ng/gr (placebo) to 48.1 ng/gr (25 mg/kg diclofenac), 33.5 ng/gr (50 mg/kg diclofenac) and 21.3 ng/gr (75 mg/kg diclofenac). SOD levels, however, enhanced from 0.048 U/mg (placebo) to 0.055 U/mg (25 mg/kg diclofenac), 0.14 U/mg (50 mg/kg diclofenac), and 0.18 U/mg (75 mg/kg diclofenac). Diclofenac sodium (25, 50, and 75 mg/kg i.p.) effectively lowered the spike percentages and RCS scores linked with PTZ-induced epilepsy in rats, as well as significantly decreased MDA, TNF-?, IL-1?, PGE2 and increased SOD levels. Probably as a result of its anti-oxidative and anti-inflammatory effects, diclofenac sodium dramatically lowered seizure activity at both doses compared to placebo control. Each of these results were significant, with p-values of < 0.01, < 0.05. Therefore, the therapeutic application diclofenac sodium as a potential anticonvulsant should be investigated further. © 2022, The Author(s), under exclusive licence to Springer Science+Business Media, LLC, part of Springer Nature.Öğe The use of the early weight loss nomograms as compared to a standard weight loss percentage protocol will decrease postnatal formula supplementation(Mary Ann Liebert, Inc, 2021) Tagi, Nazmiye; Ergin, Ayla; Bilgen, Hülya Selva; Özek, ErenIntroduction: We compared the number of babies who needed formula supplementation, based on the Early Weight Loss Nomograms, with the hypothetical outcomes that would have occurred in the same cohort if they had been managed according to a weight loss percentage protocol.Subjects and Methods: This study included 308 newborns. Supplemental formula was provided to babies whose weight loss was more than the 95th percentile according to the Early Weight Loss Nomograms. Pathological weight loss was defined as when a weight loss was >5% at the 24th hour or >8% at the 48th hour. The number of babies who would have needed formula supplementation according to those two strategies were compared.Results: The mean postnatal first-second day weight losses for vaginal and cesarean deliveries were 3.06% versus 4.7% and 4.5%, versus 5.8%, respectively, and were significantly higher for babies born by cesarean section (p = 0.001). We found that 89.4% of vaginal deliveries and 89.2% of babies born by cesarean section were exclusively breastfed when the nomograms were in use. If the daily weight loss strategy would be applied instead of the nomograms to the study cohort, the rate of exclusive breastfeeding would be significantly lower for babies born by cesarean section (64.2% versus 89.2%) (p = 0.001).Conclusions: The use of the Early Weight Loss Nomograms will decrease the rate of formula supplementation.Öğe Mühendislik fakültesi öğrencilerinin programlamaya yönelik tutumları(2020) Gürer, Melih Derya; Tokumacı, SeyfullahSon on yılda programlama öğretimi ilköğretimden yetişkin eğitimine kadar geniş bir kitlede önem kazanmıştır. Fakat programlama mühendislik eğitiminde diğer bilim dallarına göre yeni bir konu değildir ve önemli bir yere sahiptir. Mühendislik fakültelerinde öğrencilerin programlama başarısını etkileyen önemli faktörlerden biri olan programlamaya yönelik tutumların belirlenmesi önemli bir konudur, ancak bu konu yeterince incelenmemiştir. Dolayısıyla bu çalışma, mühendislik fakültesi öğrencilerinin programlamaya yönelik tutumlarını incelemeyi amaçlamaktadır. Ayrıca çalışmada öğrencilerin programlamaya yönelik tutumlarının cinsiyete, bölüme ve programlama üzerine alınan ders sayısına göre farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmektedir. Bu amaçla nicel araştırma yöntemlerinden biri olan tarama çalışması tasarlanmış ve bir devlet üniversitesinin mühendislik fakültesinde öğrenim görmekte olan 742 lisans öğrencisi çalışmanın örneklemini oluşturmuştur. Verileri toplamak için Bilgisayar Programlamaya Yönelik Tutum ölçeği kullanılmıştır. Verilerin analizinde ortalama ve standart sapma testlerinin yanı sıra parametrik olmayan testler ile gruplar arası karşılaştırmalar incelenmiştir. Betimsel istatistiklerle yapılan veri analizinde öğrencilerin genel olarak programlamaya yönelik yüksek düzeyde olumlu tutuma sahip oldukları sonucuna ulaşılmıştır. Öğrenciler bilişsel boyutta orta düzeyde tutuma sahipken duyuşsal ve davranışsal boyutta ise yüksek düzeyde tutuma sahiptir. Ayrıca parametrik olmayan istatistiksel test sonuçlarına göre öğrencilerin tutumu cinsiyete göre farklılık göstermezken bölümlerine ve programlama üzerine almış oldukları ders sayısına göre farklılaşmaktadır. Bilgisayar mühendisliği öğrencilerinin programlamaya yönelik tutumlarının diğer bölüm öğrencilerinin tutumlarından daha yüksek olduğu söylenebilir. Programlama üzerine alınan ders sayısı arttıkça programlamaya yönelik tutum da artmaktadır. Çalışmanın sonuçları doğrultusunda mühendislik fakültesi öğrencilerinin programlamaya yönelik tutumlarını geliştirmek için aldıkları programlama derslerinin sayısının artırılması tavsiye edilebilir.